UMUT VE UMUTSUZLUK, ESKİ
NESİL VE YENİ NESİL
Gençliğinde Mehmet Akif |
Aşağıdaki
şiir parçası Mehmet Âkif Ersoy’un “Safahat” adlı eserinin altıncı kitabı olan
“Asım”dan alınmıştır. “Asım” 1919’da yazılmış ilk kez 1924 yılında kitap biçiminde
basılmıştır. Ünlü “Çanakkale Destanı” bu uzun şiirin bir parçasıdır.
Aşağıdaki bölümde Mehmet Âkif’in,
babası Tâhir Efendinin öğrencilerinden olan Köse İmam ile memleket üzerine
yaptığı, eski ile şimdiyi karşılaştırdıkları sohbet vardır.
Bu parça ülkeden, gençlerden ümidi
kesmenin hemen her dönemde karşılaşılan bir ruh hali olduğunun güzel bir kanıtı
olarak alınmıştır. Her zaman şanlı “geçmiş”ten ve kötü bir “şimdi”den, “çok
başarılı bir nesil”den ve “kötü bir gençlikten” söz edenler olmuştur. Bu
yaklaşım büyük çelişkisini içinde taşır: “Şimdi”yi hazırlayan “geçmiş” ise ve
“şimdi” kötü ise, “geçmiş” de o kadar şanlı olmamalıdır. Geçmişin iyi yönleri
ön plana çıkarılırken, bugünün kötü yönleri büyütülmektedir.
Bu hata insanîdir. İçine düşülmemesi
çok zordur. Dikkat edilmesi gereken nokta “şanlı bir geçmiş, berbat bir şimdiki
zaman” söylemini her ne olursa olsun geleceğimizi emanet edeceğimiz [doğa
kanunu] gençliği mutsuz kılacak biçimde söz ve davranışlarımıza yansıtmadan
belirlemek, bu açıdan kendi öz eleştirimizi yapmaktır.
[Köse İmam:]
Bırak oğlum,
azıcık derdini döksün şu bunak...
Bana dünyada
ne yer kaldı, emîn ol, ne de yâr;
Ararım göçmek
için başka zemin, başka diyar,
Bunalan
ruhuma ister bir uzun boylu sefer;
Yaşamaktan ne
çıkar günlerim oldukça heder?
Bir güler
çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün;
Geceden
farkını görmüş değilim gündüzümün.
Seneler var
ki harâb olmadığım gün bilmem;
Gezerim
abdala çıkmış gibi sersem sersem. 1
Sorarım
kendime: gurbette mi, hayrette miyim?
Yoklarım
taşları, toprakları: izler kan izi;
Yurdumun kan
kusuyor mosmor uzanmış denizi!
Tüter üç beş
baca kalmış... O da seyrek seyrek...
Âşinâ bir yuva
olsun seçebilsem, diyerek, 2
Bakınırken
duyarım gözlerimin yandığını:
Sarar âfâkımı
binlerce sıcak kül yığını. 3
Ne o gömgök dereler
var, ne o zümrüt dağlar;
Ne o çıldırmış
ekinler, ne o coşkun bağlar.
Şimdi kızgın günün
altında pinekler, bekler,
Sâde yalçın
kayalar, sâde ıpıssız çöller.
Yurdu
baştanbaşa viraneye dönmüş Türk'ün;
Dünkü şen,
şatır ocaklar yatıyor yerde bugün.
Gündüz insan
sesi duymaz, gece görmez bir ışık,
Yolcu
haykırsa da baykuş gibi çığlık çığlık.
«Bu diyarın hani sahipleri?» dersin; cinler,
«Hani sahipleri?...» der karşıki dağdan bu sefer!
Nerde Ertuğrul'u koynunda büyütmüş obalar?
Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?
Hani bir şanlı Süleyman Paşa? Bir kanlı Selim?
Âh, bir Yıldırım olsun göremezsin, ne elîm!
Hani cündîleri şahin gibi ceylân kovalar, 4
Köpürür, dalgalanır, yemyeşil engin ovalar?
Hani târihi soruldukça, mefahir söyler,
Kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler?
Hani orman gibi âfâkı deşen mızraklar?
Hani atlar gibi sahrayı eşen kısraklar?
Hani ay parçası kızlar ki, koşar oynardı?
Hani dağ parçası milyonla bahâdır vardı?
Bugün artık biri yok... Hepsi masal, hepsi yalan!
Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan.
[Hocazâde
(Mehmet Âkif Ersoy):]
— Sorma, Kartal'da idim ben de bu çarşamba günü.
Dediler : «Kurna'da dünden beri var köy düğünü;
Hoşlanırsan, hadi, olmaz mı?...» «Pekâlâ, gideriz;
Hem biraz kır görürüz, hem de güreş seyrederiz.»
Keşke, gitmem demiş olsaydım... ilâhî, o ne hâl,
O nasıl maskara dernekti ki, tarifi muhal. 5
Topu kırk elli kadar köylü serilmiş bayıra,
Bakıyor harmanın altındaki otsuz çayıra.
Bet beniz sapsarı bîçârelerin hepsinde;
Ne olur bir kişi olsun görebilsem zinde!
Şiş karın sıska çocuklar gibi, kollar sarkık;
Arka yusyumru, göğüs çökmüş, omuzlar kalkık.
Gözlerin busbulanık rengi, kapaklar şiş şiş;
Yüz buruşmuş, uzamış, cebhe daralmış, gitmiş.
Gezecek yerde o âvâre nazarlar dalıyor;
Serilip düştü mü bir noktaya, kaldırması zor!
Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk'ün,
Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün.
Gövde teşrihlere dönmüş, o bacaklar değnek; 6
Daha yaş yirmi iken eller, ayaklar titrek.
Öyle seksenlik adamlar aramak pek yanlış;
Kırk onun ömrüne son merhale olmuş kalmış.
Değişik sanki o arslan gibi ırkın torunu!
Bense İslâmın o gürbüz, o civan unsurunu,
Kocamaz, derdim, asırlarca, sorulsaydı eğer!...
Ne çabuk elden, ayaktan düşecekmiş o meğer!...
Neyse, değnekçi gelip: «Meydan açılsın, savulun!»
Der demez başladı kalbî sesi yırtık davulun.
Güm güm ötmek ne gezer! Tık nefes olmuş kasnak:
Göğsü tokmak gibi küt! küt! vuruyor hışlıyarak.
Zurna hımhım mı nedir, söylemiyor bir türlü;
Üfleyen çingenenin rengi mezar, kendi ölü.
Güneş oldukça kızışmış, beni yormuştu sıcak;
Hele bir gölge bulup altıma çektim çabucak.
Tam demiştim: azıcık yaslanayım, dinleneyim...
Biri tıksırdı ta ensemde... Acayip, bu da kim?
Ne göreydim: Kelebek tarlası olmuş da içi, 7
Soluyup sümkürüyor sırtıma bir yaşlı keçi!
«Ama bak, aklıma gelmezse de hürmet talebi;
O kadar fazla samimiyyeti sevmem, çelebi;
Sakalından çekerim, sonra, karışmam... Hadi git!»
Nerde! Aldırmadı... Sordum, baş ödülmüş bu yiğit!...
Hele sen geç yiğitim, geç bakalım, başka ne var?
Bir çelimsiz sopa, boynunda üç arşın astar.
Pehlivanlar hani? derken, söküvermez mi, Hocam,
Birbirinden daha bîçâre sekiz çıplak adam?
Âh o soygunluğu rü'yâda gören korkardı:
Çünkü gömlek gibi etten de soyunmuşlardı!
Bir delik torbaya girmiş kimi, kispet yerine;
Çekivermiş kimi, bir lime çuval dizlerine.
Kiminin, giydiği çakşır, kiminin bez şalvar;
Kiminin, uçkuru boynundan asılmış, donu var.
Acaba yağ sürünürler mi desem, yağ nerede?
Bereket versin onun ma'deni varmış derede:
Sağ omuzlarda birer, başları kertikli, ağaç,
Kadın, erkek, suyu aktarmada bakraç bakraç.
Sonra, nerdense gelip «yağlanınız haydi!» sesi,
Çöktü meydanda duran kaplara artık hepisi.
Palaz ördek gibi, bandıkça avuçlar bandı;
Meşin ıslar gibi kavruk deriler ıslandı.
Bu merasim de bitip, başlıyacak dendi güreş,
Çarpınıp çırpınarak çıktı nihayet iki eş.
Daha ilk elde boşansın mı alınlardan ter,
O göğüsler sana ötsün mü körükten de beter?
Baktım, altından o bir çifte perişan bağrın,
Soluganlar gibi kalkıp iniyor çifte karın!
Sonradan dizlere bir titremedir çökmüştü;
Hele çok sürmeyerek dördü de cansız düştü.
İki bîçâre serilmiş yatıyorken yerde,
«Kalkın artık!» dediler, lâkin o derman nerde!
Güreşin böylesi hiç görmediğim bir şeydi;
Orta, baş, hepsi de bunlar gibi âvâreydi.
Karşıdan tentesinin nısfı hasır, nısfı aba, 8
Bir tekerlekleri alçak, yana yatmış araba;
Yerliden az kaba, Maltız keçisinden çok ufak,
İki mahzun öküzün seyrine münkaad olarak; 9
Ne yazık mersiyeler söyletiyor dingiline!
Bunu gördüm, acımak geldi içimden geline.
Sana baksın da kızım, bahtın utansın... Ne deyim?
O, senin, kimdi, bugün nerde yatar, bilmediğim,
Ninenin ruhuna âğûş açıyorken melekût, 10
Tertemiz na'şını gufran gibi örten tâbut, 11
Şu gelinlik arabandan daha şahaneydi.
Geçti rü'yâ gibi, Allahım, o günler neydi!
Şu bayırlarda —ki vaktiyle bütün bağlardı —
Sesi dünyayı tutan bir bereket çağlardı.
Ya şu vâdî ki çırılçıplak uzanmış, bîtâb, 12
Hiç yazın böyle fezasında tüter miydi serâb? 13
Şimdi âfâka alev püskürüyor her çatlak,
Yarılıp hasta dudaklar gibi, yer yer, toprak.
— Deşme,
oğlum, yaradır, hem de yürekler yarası...
— Neydi, yâ
Rabbi, otuz kırk sene evvel burası?
Dağlar orman, tepeler bağ, ovalar hep tarla;
Koca mer'a dolu baştan başa sağmallarla.
İğne atsan yere düşmez, o ekin bir tufan;
Atlı girsen gömülür buğdayın altında kafan.
Köylünün kırları tutmuş, yayılırken davarı,
Sökemezsin, sarar âfâkını yün dalgaları!
Dolaşır sal gibi göllerde hesabsız manda,
Fil sanırsın, hani, bir çıksa da görsen karada.
Geniş alnıyle yarar otları binlerce öküz,
Besiden her birinin sırtı, bakarsın, dümdüz.
Ne de ıslak patı burnundaki mosmor meneviş!
Hadi gelsin bakalım damların altında geviş.
Diz çöker buldu mu yaslanmaya kâfi meydan;
Sürünür toprağın üstünde o kat kat gerdan.
Çifte gözler süzülür, tek çene durmaz çiğner;
İki yandan yere şeffaf iki ipliktir iner.
Bunların ağdalanır, maç maç öterken sakızı,
Öteden bir sürü gürbüz demevî köylü kızı, 14
Tarayıp hepsini evlâd gibi, bir bir kınalar.
Tepeden kuyruğu dikmiş, inedursun danalar,
Dalar etrafa köyün damgalı yüzlerce tayı;
İnletir at sesi, kısrak sesi gömgök ovayı.
Gündüzün kimse görünmez: kadın erkek çalışır;
Varsa meydanda gezen tostopaç oğlanlardır.
Akşam olmaz mı, fakat toplar ahâlîyi ezan.
Son cemâat yeri, hattâ, adam almaz ba'zan.
Güneş âfâka henüz arz-ı veda etmişken,
Yükselir Kâ'be'ye doğrulmuş alınlar yerden.
Önce bir dalgalanır, sonra eder hepsi karar;
Örülür enli omuzlarla birer canlı hisar.
Bu yaman safların ahengi hakikat müdhiş:
Sanki yalçın kayalar yanyana perçinlenmiş,
Öyle bir cephe kesilmiş ki: müselsel iman; 15
Hangi îmana dokunsan taşacak itminan. 16
Âh o yekpârelik eyyamı hayâl oldu bugün; 17
Milletin hâlini gör, sonra da mâzîyi düşün.
Kim bu yalçın kayalar sarsılacaktır derdi?
Öyle sarsıldı ki edvara tezelzül verdi! 18
Köylünün bir şeyi yok, sıhhati, ahlâkı bitik;
Bak o sırtındaki mintan bile tiftik tiftik.
Bir kemik, bir deridir ölmedi kaldıysa diri;
Nerde evvelki refahın acaba onda biri?
Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi icra ister;
Bir kalem borca bedel faizi defter defter!
Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak,
Verilen tohmu da inkâr edecek, öyle çorak,
Bire dört aldığı yıl köylü emîn ol, kudurur:
Har vurur bitmiyecekmiş gibi, harman savurur.
Uğramaz, gün kavuşur, çiftine yahut evine;
Sabah iskambil atar kahvede, akşam domine.
Muhtasar, gayr-ı müfid ilmi kadardır dîni; 19
Ne evâmir, ne nevâhî, seçemez hiçbirini. 20
Namazın semtine bayramları uğrar sâde;
Hiç şu görmez yüzünün düşmanıdır seccade.
Hani, üç beş kişiden fazla musallî arama; 21
Mescid ambarlık eder, başka ne yapsın, imama!
Okumak bahsini geç... Çünkü o defter kapalı,
Bir redif zabiti mektepleri debboy yapalı. 22
Sıtma, fuhş, içki, kumar, türlü fecâyi' salgın…
Sonra söylenmiyecek şekli de var hastalığın.
Bir taraftan bulanır levse hesapsız namus; 23
Bir taraftan serilir toprağa milyonla nüfus.
Hadi aldırmıyalım yükseledursun vefiyat, 24
Nerde noksanı telâfi edecek taze hayat?
Evlenip aile teşkili bugün zor geliyor;
Görüyorsun ya, nikâhlar ne kadar seyreliyor!
Eskiden zurnalar öttükçe feza inlerdi;
O ne dehşetli düğünler, o ne derneklerdi!
Kurulur meydana harman gibi kırk elli sini;
Tablalar yığmaya başlar koyunun beşlisini.
Ense kat kat taşıp etrafa dökülmüş yakadan;
Göğsün eb'âdı kabardıkça gerilmiş camadan; 25
Başta âbânî sarık, tende hilâli gömlek; 26
Belde Lâhur şalı, üstünde o som sırma yelek;
Dizde, kaytan çevirilmiş, çuhadan sıkma potur;
Amcalar, lök gibi, bağdaş kurarak halka olur.
Sofranın hâlesi şeklinde duran, kutru geniş, 27
Boyu çepçevre kılaptanla zarif işlenmiş,
Eni az peşkiri herkes götürür dizlerine.
Çorbadan sonra etin türlüsü kalkıp, yerine,
Hamurun türlüsü devlet gibi kondukça konar.
Sekiz on yerde güğümler mütemâdi kaynar. 28
Taze şerbet sunulur taze kesilmiş karla;
Buzlu ayransa döner ortada bakraçlarla.
Öğle olmaz mı, cemâatle kılarlar namazı.
Güreşin gümler o esnada mehîb incesazı: 29
Oturur beşli davullar yere şişman şişman,
Perde göstermeye başlar kabalardan, o zaman,
Öyle inler ki zemin: kalb-i feza “küt! küt” atar; 30
Zurnanın tizleri, dersen, yedi iklîmi tutar!
Şimdi, hayvanlı, yayan, kız, kadın, oğlan, erkek;
Kuşatır ip çekilen meydanı yüzlerce öbek.
Bir taraftan da iner nâ-mütenâhî araba... 31
İner amma o kadar süslü ki dersin: «Acaba,
Şu beyaz tenteler altında birer hacle mi var?» 32
Çekilir derken ödüller: sekiz on seçme davar;
İki baş manda, birer tay, dana, top top dokuma...
Hele peşkir gibi peşkeşleri artık sorma. 33
Yağ kazanlarla durur, tartısı yok, ölçüsü hiç;
Hani ister sürün, ister dökün, ister isen iç!
Bunların hepsi biter, bir heyecandır belirir;
Ne temaşadır o, titrer durur insan tir tir.
Birbirinden daha mevzun iki üç çift endam, 34
Atılıp sahneye şahin gibi etmez mi hırâm; 35
Ses, soluk çıkmaz olur, herkesi ürperme alır;
O geniş yer de nefeslerle beraber daralır.
Çünkü meydanda değil, seyre bakanlarda bile,
Âsım'ın dengi heyâkil, seçilir yüzlerle. 36
Şimdi, sağ kolda, gümüş kaplı birer bâzû-bend, 37
Boynu muskayla donanmış, o yarım deste levend, 38
Önce peşrev yaparak, sonra tutuşmazlar mı, 39
Güreş artık kızışır, hasmını tartar hasmı.
Uzanır şimdi göğüsler kavuşur; şimdi yine
Dalga çarpar gibi çarpar gerilip birbirine.
Kimi tek çapraza girmiş mütemâdi sürüyor;
Kimi şîrâzeyi tartıp alıvermiş, yürüyor. 40
Kimi sarmayla çevirsem diye sardıkça sarar;
Kimi kılçık düşünür, atmak için fırsat arar.
Adalı gövdeler altında o bîçâre çayır,
Serilir toprağa, hem bir daha kalkar mı? Hayır!
Bu, elenseyle düşürmüş de hemen çullanıyor;
O da kurtulmak için türlü oyun kullanıyor.
Kimi almış paça kasnak, o açar, hasmı döner;
Kimi kündeyle giderken topuk eller de yener.
Kimi cür'etli olur çifte dalar, hem de kapar;
Kimi baskın çıkarak kazkanadından çarpar.
Seyreden halkı da bir gör: O, ne candan hizmet;
O ne rikkatli adamlar; o, ne mâsûm ümmet! 41
Yarılan başları çevreyle boğanlar mı dedin...
Göz silenler mi dedin, incik ovanlar mı dedin...
Yağ süren başka, saran başka, çözenler başka;
Su veren başka, güğümlerle gezenler başka.
Şan, şeref duygusu millette nasıl yüksekse,
Merhamet hissi de öyleydi, değil miydi Köse?
Ne o? Bir şey demedin.,..
— Geçmişe
mâzî derler!
— Doğru, lâkin...
— Bırak,
oğlum, gelecekten ne haber?
— Onu Allah bilir ancak.
— Azıcık kul
da bilir.
— Bilemez, çünkü görünmez.
— İyi amma sezilir:
Oruç sıcaklara gelmiş, Kır Ağsı bakmış ki:
Sabahlar akşam olur şey değil, bu, tiryaki;
Bütün gün esnemeden, hiddet etmeden bıkmış;
Al atla bağdaşarak «yâ sefer!» demiş çıkmış.
Takım rahat, pala uygun, gaza mübarek ola:
Tavuklu, hindili köylerde haftalarca mola.
Refiki arpayı bulmuş, keser ferîh ü fahur;
Bu, dört öğün yiyip ister sonunda bir de sahur!
Bedava sofraya düştün mü hoş geçer Ramazan;
Misafirim diye insan mukîm olur ba'zan. 42
Nasılsa bir gece bir düş görür bizim yolcu;
Sabahı bekleyemez, yok ya hâinin orucu;
Uyandırır ne kadar köylü varsa, der:
«Çabucak,
Gidin bulun bana bir şöyle zorlu düş yoracak.»
Çarıkçı Emmi'yi salık verir cemâat de,
— Fakat sahurda yatar, kalkamaz bu saatte.
Biraz sabırlı olun...
Biraz sabırlı olun...
— Şimdi
isterim, gelecek:
Ben öyle bekleyemem, kalkamaz demek ne demek?
Çarıkçı Emmi gelen halkı uğratır kapıdan.
İkinci defa gelirler:
— Ocağna
düştük, aman,
Herif laf anlamıyor, gel de sonra yat, haydi!
— Sabah sabah bu ne düştür be? Görmez olsaydı!
Henüz yatağma uzandım... Bakındı aksiliğe...
Gebermediydi ya!
Henüz yatağma uzandım... Bakındı aksiliğe...
Gebermediydi ya!
— Sen git de
söz geçir deliye!
Ne söylesen kızıyor... Hak şaşırtmasın kulunu.
Adamcağız çıkar evden, tutar köyün yolunu,
Ki uyku sersemi tak der zavallının canına;
Düşer gelince nihayet Kır Ağsının yanına.
— Aman be emmi!
— Ne var?
— Düş yorar
mısın?
— Be adam,
Biraz nefesleneyim, dur ki, yorgunum...
— Duramam.
— Neden?
— Fenama
gider beklemek de...
— Vah! vah!
vah!
— Bilir misin ki ne gördüm...
— Hayırdır
inşallah!
— Yemek yiyip yatıverdim,
tamam yarıydı gece,
— Bir öyle
hayvana bindim ki, seçmedim iyice.
— Peki, o
bindiğin at mıydı, anlasak, neydi?
— Bilir miyim?
Yalınız dört ayaklı bir şeydi...
Katır mı desem? Eşek mi desem?
Öküz mü desem? İnek mi desem?
Al at mı desem? İdiş mi desem?
43
Koyun mu desem? Çebiç mi desem? 44
— Güzel!
— Biraz yürüdük...
— Geçtiğin
nasıl yerdi?
— Nasıl mı yerdi?... Unuttum, görür müsün derdi?
Yokuş mu desem? İniş mi desem?
Uzun mu desem? Geniş mi desem?
Çorak mı desem? Çayır mı desem?
Sulak mı desem? Hâyır mı desem? 45
— Tamam! İlerde ne gördün?
— İlerde bir
kocaman
Karaltı vardı...
— Peki, ismi
yok mu?
— Bilmem,
aman!
Ağaç mı desem? Kütük mü desem?
Duvar mı desem? Höyük mü desem?
Ağıl mı desem? Hamam mı
desem?
Yıkık mı desem? Tamam mı desem?
— Ya sonra?
— Karşıma,
baktım, dikildi...
— Kim?
— Bir adam...
— Tanıştınız mı?
— O, bilmem
tanır mı, ben tanımam...
Babam mı desem? Kızım mı desem?
Hasım mı desem? Hısım mı desem?
Çıfıt mı desem? Gâvur mu
desem?
Şudur mu desem? Budur mu desem?
— Uzatma, sen buluyorsun belânı Allah'tan...
Bu, elde bir; yalınız pek seçilmiyor ne zaman...
Bu, elde bir; yalınız pek seçilmiyor ne zaman...
Bugün mü desem? Yarın mı desem?
Uzak mı desem? Yakın mı desem?
Yazın mı desem? Güzün mü desem?
Güzün mü desem? Yazın mı desem?
— Ne kadar doğru! Hocam, hayra yorulmaz bu gidiş.
— Sen o rü'yaya hakikat deyiver, tam bizim iş.
— Sen o rü'yaya hakikat deyiver, tam bizim iş.
Herifin halini gördün ya, bugün millet de,
Aynı meslekte, o fıtratte, o mâhiyyette. 46
Tanımaz bindiği mahlûku, sürer kör körüne;
Tanımaz gittiği yer hangi taraf, gördüğü ne?
Fikri yok, duygusu yok, sanki yürür bir kötürüm;
Bu da sağlıksa bence müreccahtır ölüm. 47
Mehmet
Âkif’de bir yerde çocukluğunda, gençliğinde toplumun kendisine umut aşılamamasından
yakınır:
— Zerk etmediler kalbime bir damla ümîd.
Hoca, dünyada yaşanmaz yaşamaktan nevmîd. 48
Daha mektepte çocuktuk, bizi yıldırdı hayat;
Oysa hiç korku nedir bilmeyecektik, heyhat!
Neslim ürkekmiş, evet, yoktu ki ürkütmeyeni;
«Yürü oğlum!» diye teşci edecek yerde beni, 49
Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki, 50
Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki!
Bana dünyaya çıkarken «batacaksın!» dediler...
Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner!
Ye'si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam; 51
Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi, îmam?
— Çattı,
lâkin, o yalan bellediğin istikbâl. 52
— Hadi çatmış
diyelim, kimlere ait ki vebal? 53
Bir ışık gösteren olsaydı eğer, tek bir ışık
Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık. 54
İki üç yüz senedir serpemiyor bizde şebâb; 55
Çünkü bîçârenin atîsine îmanı harâb.
Hissi yok, fikri bozuk, azmini dersen: meflûc... 56
Hani ruhunda o haksızlığa isyan, o hurûc? 57
Karşıdan zinde görürsün, sokulursun ki: yarım...
Yandık ecdadımızın nârına, hâlâ yanarım! 58
Mehmet
Âkif umudunu yitirmeyen insanlardan bir örnek verir: Bir grup aydın halkı
bilinçlendirmek için çalışan bir dernek kurar. Kâzım Bey isimli bir bilim
adamı, tarımla ilgili yazdığı kitapların basılarak ücretsiz olarak köylüye
dağıtılması, böylece onların çalışmalarının verimliliğinin arttırılması yönünde
öneride bulunur. Heyetteki diğer bilim adamları, kitapları kimsenin
okumayacağını, basım masraflarının boşa gideceğini öne sürer. Kazım Bey hiçbir
çabanın boşa gitmeyeceği görüşünü doğadan örnekler vererek savunur.
… bir gün Kâzım,
Dedi: “Meclisçe münasipse basılsın da hemen,
Okusun taşralılar gönderelim meccanen.” 59
Biz bu teklifi beğendik, aramızdan sâde,
Îtirâz etti şu suretle Recaîzâde: 60
“Güzel yazılmış eserler ve şüphesiz ki müfîd; 61
Fakat, basılsa okurlar mı? Bence azdır ümîd.
Evet, beş on kişi ancak okur tenevvür eder; 62
Bizim masarif-i tab'iyye olmayaydı heder.” 63
Dedik : “Cevabını versin müellifin kendi.” 64
Kabul edildi bu teklifimiz, peki, dendi.
— Ne söylemiş, bakalım, çünkü pek güzel söyler?
— Söz aldı, başladı Kâzım:
—
“Efendiler, beyler,
Şu bahsi geçmiş eserler nedir? Ziraîdir. 65
Müdâfaâtımı öyleyse pek tabiîdir, 66
Alıp da nakledivermek bütün tabîatten, 67
Bütün tabîate hâkim şüûn-u kudretten. 68
Bilirsiniz ki: Hudâyî biten en ince nebat, 69
Döker de her sene milyonla canlı tohm-u hayat, 70
Göçerse öyle göçer hilkatin baharından. 71
Yabanî hardala mümkün mü olmamak hayran?
Ya bir papatyaya kaabil mi etmemek hürmet?
Ne vergi vermededirler? Çiçek başından, evet,
Zeminin aldığı tohmun yekûnu: milyarlar! 72
Demek, tabîati icbar eden avâmil var, 73
Bu ihtişama, bu vâsi’, bu müthiş israfa; 74
O, iktisâdı bırakmazdı yoksa bir tarafa. 75
İşin hakikati: hilkat ne kâr arar, ne zarar;
Bekaa-yi nesle bakar hep, bekaa-yi nesli sorar. 76
Neden mi? Çünkü hayâtın yegâne gayesidir; 77
O gaye olmasa dünya bir âhiret kesilir. 78
Saçıp savurmada fıtrat bütün hazâinini, 79
Meramı gayesinin böylelikle te'mini. 80
Ya önceden biliyor, binde kim bilir ne kadar
Ziyâna uğrayacak sonradan bu milyarlar?
Kolay değil, kimi intâş için zemin bulamaz; 81
Zemin bulur kimi, lâkin nedense doğrulamaz.
Bu çiğnenir, onu kurt yer, öbür zavallıyı kuş;
Bakarsınız; çoğu bitmiş sonunda, mahvolmuş,
Sebat edip de, fakat kurtulan tohum pek azı. 82
Demek, saçarken eteklerle saçmadan garazı, 83
Şu çimlenen bir avuç tohmu devşirip, ancak,
Bekaa-yi nesle varan gayesinde kullanmak.
Demek, tabiat edermiş zaman zaman israf...
Hayır, tabîate müsrif demek bilâ insaf, 84
Hatâ değil de nedir? Çünkü hayr için veriyor.
Efendiler, bize fıtrat numune gösteriyor,
Diyor ki: gayeniz uğrunda bezledin emeği; 85
Düşünmeyin hele hiçbir zaman esirgemeyi.
Efendiler, bu eserler de şimdi bastırılır,
Biner biner saçılır yurda, çünkü lâzımdır.
Buyurdular ki: fakat bastırıp dağıttık mı,
Ziyan olup gidecek, hem büyükçe bir kısmı.
Efendiler, bilirim ben de, çok bu işte ziyan; 86
Şu var ki: savrulan efkârı toplayıp okuyan, 87
Velev pek az kişi olsun zuhur eder mutlak. 88
Bizim de gayemiz ancak o nesli kurtarmak.”
Kitabın sonunda memleketin geleceğini
kurtarmak için şu çözüm bulunur: Köse
İmam’ın Çanakkale gazisi oğlunun, Âsım’ın, arkadaşlarıyla birlikte Almanya’ya
gidip eğitim almaları. Daha sonra dönüp, öğrendikleriyle halkı
bilinçlendirmeleri.
İnkılâbın yolu mâdem ki bu yoldur yalınız,
“Nerdesin hey gidi Berlin!” diyerek yollanınız.
Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek…
Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!
Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;
Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz!
Şark’ın âgûşu açıktır o zaman işte size; 89
O zaman varmanın imkânı olur gâyenize;
O zaman dinlerim artık seni, Âsım, bol bol…
- Yarın akşam gideriz.
-
Öyle mi? Berhurdâr ol. 90
Mehmet
Âkif, vatanın geleceğinin çok sönük görüldüğü bir tarihte Şubat 1921’de,
İstiklâl Marşı’nı yazar. Şiirin ilk iki mısrasını hepimiz biliriz:
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
Âkif,
umutludur, okuyana da umut vermektedir. Millet Mustafa Kemal gibi bir önderin
arkasında var oluş hakkını korumak için harekete geçmiştir. Umutsuzlukla işleri
yoktur.
Burada
bir şey daha dikkatimizi çeker: Âkif’e büyükleri pek fazla umut aşılamamış
görünebilir. Ama ona sağlam bir temel kazandırmayı başardıklarının kanıtı da
yukarıda, en karanlık zamanlarda yazdığı umut ve cesaret dolu mısralardadır.
Büyükler
de gençler de bir birlerini anlama çabalarını asla bırakmamalılar. Onlar sonu
gelmez insanlık ağacının dalları ve tomurcuklarıdır. Dal tomurcuksuz ise bir
işe yaramaz. Tomurcuk da dal olmadan var olamaz.
“Öğretmenler, yeni nesil sizlerin eseri olacaktır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK
Nikrom Çelik’in yirmili
yaşlarında yazdığı bir derleme-makale :) O yaşta
kendisini çok olgun görüp gençliğe nasıl davranılması gerektiğini anlatmış
kendince…
1- abdala çıkmak: ortaoyununda abdal oyununu oynamak
2- âşinâ: bildik, tanıdık
3- âfâk: ufuklar
4- cündî: usta binici
5- muhal: mümkün olmayan
6- teşrih: iskelet
7- kelebek: bir tür hayvan hastalığı
8- nısfı: yarısı
9- münkaad olarak: boyun eğerek
10- âğûş açıyorken melekût: kucak açıyorken melekler
11- na'şını gufran gibi örten: cesedini Tanrı
acıması / rahmeti gibi örten
12- bîtâb: güçsüz, yorgun;
13- serâb: sıcak günlerde çorak yerlerde gündüz
ortasında su gibi görünen buğu, sis, yanılsama.
14- demevî: yüzünden kan damlayan
15- müselsel: zincir gibi birbirine bağlı olan
16- itminan: emin olma, güven
17- yekpârelik eyyamı: birlik günleri
18- edvara tezelzül verdi: zamanlara / çağlara
sarsıntı verdi
19- muhtasar: kısaltılmış, basitleştirilmiş; gayr-ı
müfid: anlamsız, yararsız
20- evâmir: emirler; nevâhî: yasaklar
21- musallî: beş vakit namazın hepsini kılan
22- redif zabiti: ; debboy:
23- levs: pislik
24- vefiyat: vefatlar, ölümler.
25- camadan: çapraz şekilde iki sıra düğmeli bir
çeşit kısa ve kolsuz üstlük
26- âbânî: sarıya çalan beyaz zemini üzerine açık
turuncu ipekle süslemeler işlenmiş bez.
27- kutru: çapı
28- mütemâdi: sürekli
29- mehîb: heybetli, korkunç
30- kalb-i feza: boşluğun yüreği
31- nâ-mütenâhî: sonsuz, çok büyük
32: halce: gelin odası
33- peşkir: havlu
34- endam: vücut, beden, biçim
35- hırâm: salınarak yürüme
36- heyâkil: heykeller, heykel gibi dimdik adamlar
37- bâzû-bend: kolluk, pazuyu saran bez
38- levend: deniz askeri; çevik, çabuk; boylu boslu
39- peşrev: yağlı güreşte, güreşmeye hazırlığı,
yarışmaya girişi ifade eden ahenkli hareketler.
40- şiraze: düzgünlük, dengelilik
41- rikkatli: incelikli, centilmen
42- mukîm olur: bir yerde kalır, konaklar
43- idiş: erkeklik bezleri çıkarılarak veya
burularak erkeklik görevini yapamayacak duruma getirilmiş.
44: çebiç: bir yaşındaki keçi yavrusu.
45: hâyır: bahçelik, bostan
46: fıtrat: yaratılış, mizaç; mâhiyet: bir şeyin
aslı, içyüzü
47- müreccahtır: daha iyidir
48- nevmîd: umutsuz
49- teşci edecek: yüreklendirecek
50- müstakbel: gelecek
51- ye'si: umutsuzluk
52- istikbâl: gelecek
53- vebal: bir davranışın öteki dünyada hesabı sorulacak
sorumluluğu
54- zulmet: karanlık
55- şebâb: gençlik
56- meflûc: inmeli, felçli
57- hurûc: başkaldırma
58- ecdad: büyükbabalar, atalar; nâr: ateş, cehennem
59- taşralılar: kırsal kesimdekiler, köylüler;
meccanen: ücretsiz olarak
60- şu suretle: şu açıdan
61- müfîd: yararlı
62- tenevvür eder: parlar, ışıldar
63- masarif-i tab'iyye olmayaydı heder: basım
giderleri boşa gitmeseydi
64- müellif: kitabı yazan, yazar
65- ziraî: tarımla ilgili
66- müdâfaâtımı: savunmamı; tabiî: doğal
67- tabîat: doğa
68- şüûn-u kudret: güç olayları
69- Hudâyî biten: kendiliğinden yetişen; nebat:
bitki
70- tohm-u hayat: yaşam tohumu
71- hilkat: yaratma, yaratış; yaratılıştaki hal,
doğa
72- yekûnu: toplamı
73- icbar eden: zorlayan; avâmil: etmen, neden
74- vâsi: bol
75- iktisâdı: ekonomiyi, (burada) tutumluluğu
76- bekaa-yi nesl: soyun kalıcılığı, soyun devamı
77- yegâne: biricik, tek; gaye: amaç, hedef
78- âhiret: öbür dünya, ölmüşlerin dünyası
79- fıtrat: yaratıcı kuvvet; hazâinini: hazinelerini
80- meramı: isteği, niyeti; te'mini: sağlamak
81- intâş: yeşermek
82- sebat edip de: vazgeçmeyip de
83- garazı: niyeti, amacı
84- müsrif: savurgan; bilâ insaf: insafsızlık,
haksızlık
85- bezledin: bol bol harcayın
86- ziyan: zarar
87- efkârı: fikirleri, düşünceleri
88- “Velev pek az kişi olsun zuhur eder mutlak”: Çok
az da olsa okuyan mutlaka çıkar
89- âgûşu: kucağı
90- berhurdâr ol: çok yaşa, sağol
Kaynak:
“Safahat”, Mehmet Âkif Ersoy, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 16. baskı, 1982,
İstanbul, 599 sayfa. 379 – 390, 411 – 413. sayfalar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder